Yazar İlhami Algör tarafından OT Dergisi’nde başlatılan yazı dizisi için bir yazı kaleme alan Demirtaş’ın, “O halde izlediğim en gerçekçi ve unutulmaz cezaevi sahnesini paylaşabilirim. Sahne, ülke sinemamızın en gerçekçi üretimlerinden, Duvar filminden…” diyerek kaleme aldığı yazısı şöyle:
“Mekanların ve koşulların “hafıza” ile doğrudan bir ilişkisi olduğunu artık kuru bir önerme olarak değil, bir tecrübe olarak biliyorum.
Malum mekanımız nohut oda, bakla sofa dediklerinin sadece ‘nohut’ kısmına denk geliyor. Mekan nohut hacminde, zaman da geniş olunca hafıza yoldaşınız oluyor, olmalı da.
Dışarıdayken bu soruyu böyle mi yanıtlardım emin değilim ama içeride film sahnesi denince aklıma doğrudan mapushane filmleri gelmekte…
Tatar Ramazan, 72. Koğuş ve birçok filmden bölük pörçük cezaevi sahneleri. Batı sinemasında bir mekan olarak cezaevleri ‘kötü’dür. Bir iki karakterin dışında orada gördüğünüz herkes ‘iyi ki oradaymışlar’ dedirtir. Cezaevi, ‘korkunç’tur, ‘caydırıcı’dır. Görevliler açısından tam tersi bir durum söz konusudur; sadece birkaçı kötü, diğerleri nötr insanlardır.
Oysa bizim sinemamızda mahkumların içinde birkaç kötüyü mumla ararsınız ki bunların da hakkından gelinir genellikle. Herkes iyi, çoğu mazlum ve mağdurdur. F tipi ve yüksek güvenlikli alçak standartlı cezaevleri zulmü başlayana kadar mahpushanelerimizin filmlerde uyandırdığı etki “biraz da ben yatsam” dedirtecek kadar cümbüşlüdür. Çalınan sazlar, demlenen çaylar, efkarlı, cığaralı sohbetler vb.
Bunun sebebi yönetmenler ya da sanat yönetmenleri değildir. Ülkemizin adalet kurumu üzerindeki tarihsel ve haklı şüphelerdir sanırım ama konumuz bu değil.
O halde izlediğim en gerçekçi ve unutulmaz cezaevi sahnesini paylaşabilirim.
Sahne, ülke sinemamızın en gerçekçi üretimlerinden, Duvar filminden.
Çocuk mahkumlardan birini daha güçlü olanlar sıkıştırmaktadır. Cezaevinde büyük bir isyana yataklık edecek tüm haksızlıklar buram buramdır. İşte bir çocuk bu şiiri okumaya başlar.
burası dördüncü koğuştur benim abim
bak camları yoktur kırıktır
ne bacası tüter ne de sobası
her neyse benim abim
ver bir cigara zuladan yanalım
İspiyoncular devreye girerler ve şair çocuk sorguya alınır. Önce şiirin ilk kıtasını okur. Müdür ve gardiyanlar o kısımda bir fenalık bulamazlar. İspiyoncular”esas komünistliğin” şiirin devamında olduğunu üstelik de devlet büyüklerimize hakaret edildiğini söyleyince ikinci mısra da okunur,
burası dördüncü koğuştur benim abim ikinci adresimiz
allahımızı sorarsan adı gardiyan cafer
lakabı kel onbaşı
peygamberimiz desen oda ekip başı
her neyse benim abim
ver bir cigara zuladan yanalım
burası dördüncü koğuştur benim abim
kaderde ikinci adresimiz.
Ve ardından dehşet bir falaka sahnesi.
Büyük usta Yılmaz Güney sürgünde “yerli ve milli” bir zindan yaratmak konusunda çok sıkıntı çekince birkaç kamera darbesiyle elin mekanını millileştirmiştir. Bir genel anons hoparlörü, bir soba borusu ve kırık camlar, üşümüş çocuklar…
Ben filmi sıradan bir şekilde izlerken “kaderde ikinci adresimiz” mısrasına takılıp kalmıştım. Şiirin tamamını bu mısranın yüzü suyu hürmetine öğrendim.
Siz bu soruyu keşke dışarıdayken sorsaydınız, ben de size Ankara’da, şimdi “Ankamall” olan yerde eskiden ‘Sürü’ diye bir film çekildiğini ve Vesikanlılarla Halilanlıların kan davasına kurban edilen kadın trajedisini bu topraklara en iyi anlatan sahne olduğunu anlatırdım. Büyük ustalar Tuncel Kurtiz, Tarık Akan, Melike Demirağ’a ve Zeki Ökten ile Yılmaz Güney’e saygı tazeleyerek.”