Cafer Solgun / Malum, memleketin gündeminde ne zaman kaldırılacağı meçhul bir OHAL var, tarafların şimdiden gardını aldığı 2019 yılında yapılacak önce yerel, sonra başkanlık seçimleri var. Karar aşamasına gelen FETÖ yargılamaları, bazen hız kesmiş olsa da yeni gözaltılar, soruşturmalar, ihraçlar ve tutuklu gazetecilerle ilgili soru işaretleri var. Ekonomide “düşündürücü” gelişmeler var…
Dış politikanın gündemi de daha az “sıcak” değil tabii. Zaten uzun zamandır alışkanlıkla “dış politika” başlığı altında değerlendirdiğimiz gelişmeler iç politika ile ilgili tutumları doğrudan etkileyen bir anlam kazanmış durumda. Mesela Suriye merkezli gelişmeler ve MHP ile ittifak halindeki iktidar partisinin Rojava konusundaki “yüksek hassasiyeti” var. Beraberinde ABD, Rusya, İran ve Esad rejimi ile bazen yan yana bazen karşı karşıya gelindiğini düşündüren değişken ilişkiler ve çelişkiler var. ABD ve AB ile ilişkilerde ciddi bir “kriz” potansiyeli var…
Bunlar çok da düşünmeden hemen akla gelen iç ve dış politika gündemleri. Hangi haber kanalını açsanız sayısı bir elin parmakları kadar olan, hemen her konuda “uzman” ve “bilirkişi” edalarındaki yorumcuların bu gündem maddeleriyle ilgili görüş ve değerlendirmeleriyle karşılaşıyorsunuz. Bunlar gazete manşetlerinden düşmeyen konular aynı zamanda. Dolayısıyla internet medyası da bu konuları ele alan haber ve analizler yayınlıyorlar. Siyasetin ve medyanın gündemi birbiriyle gayet uyumlu. Muhalefet partileri de iktidar partisinin gündeminin peşinde laf yarıştırmanın ötesinde kayda değer bir performans göstermiyorlar. Sorgulayan, araştıran, gündem oluşturan bir medya da olmayınca toplum olarak egemen gündemin peşindeyiz biz de.
Yanlış anlaşılmasın; bahsettiğim bu “sıcak” gündem konuları, elbette ki son derece ciddi sorunlarımız. Tabii ki konuşulacak, tartışılacak, değerlendirilecek, yorumlanacak, tutum geliştirilecek. Meselemiz ancak özgürce konuşabilmek, siyaset geliştirilmesine özgürce katkıda bulunabilmek ve dolayısıyla da düşünce ve ifade özgürlüğü hakkımız üzerindeki koyu gölgelerden arınmak olabilir.
Ama bir de “gündem” olmayan, olamayan gündemlerimiz var. Bunlar hakim gündem konu veya sorunlarından daha az “önemli” değil. Aksine, bazen siyasetçilerin dillerine pelesenk ettikleri “barış”, “iç barış”, “toplumsal barış” bağlamında son derece kritik bir anlam ve önem ifade ediyorlar. Mesela Alevi sorunu…
Konuyu bir “sorun” olarak tarif etmek bile başlı başına düşündürücü. Bir inanç grubunun mevcudiyeti, onların inanç ve ibadet biçimleri normal şartlarda neden “sorun” olsun ki? Ama maalesef bizde “sorun.”
Peki, neden? Hala bilmeyen varsa kısaca özetlemek yararlı olabilir.
Aleviler, kendi varlıklarını tanımayan ve sadece belirli bir mezhebe yönelik çalışmalar yapan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut misyon ve statüsünün kendileri açısından bariz bir ayrımcılık olduğunu söylüyorlar…
Okullardaki zorunlu din derslerinin “zorunlu” olmaktan çıkartılmasını veya içeriğinin ülkemizdeki bütün din ve inanç gruplarını objektif ve her birine eşit mesafede durularak tanıtılacağı şekilde yeniden düzenlenmesini istiyorlar…
İnanç ve ibadetlerinin gereklerini yerine getirdikleri cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınmasını istiyorlar…
Başka birçok talepleri daha var ama denilebilir ki sorunlarının temelini oluşturan talepleri bu üç maddede özetlenebilir.
Ve bunlar, çok açık ki, demokratik bir ülke ve devlet yapısı açısından bakıldığında sadece son derece haklı, meşru talepler değil, aynı zamanda “eşit yurttaş” olmanın da yerine getirilmesi elzem talepler niteliğinde. Bu nedenle rahatlıkla “Alevilerin temel sorunu eşit yurttaş olarak tanınmak” diyebiliriz… Çünkü herhangi bir ayrıcalık değil, bütün yurttaşlarla aynı haklara sahip olmak istiyorlar. İnanç ve ibadetlerinin gereklerini özgürce yerine getirememeleri ve devlet nezdinde resmen “tanınmayan” bir inanç grubu olmaları, sorunun esası oluyor.
Kuşkusuz oldukça derin, çetrefilli, tarihi evveliyatı ve toplumsal önyargılarla daha da ağırlaşmış bir sorundur söz konusu olan. Bu nedenle bir takım yasal düzenlemeler, reformlar yapmakla da sorunun hemen ve bütünüyle çözülmesi mümkün olmayacaktır. Bunun içindir ki sorunun önem ve ciddiyetinin farkında, iç barışın sağlam temellere kavuşturulmasının bu sorunun çözümüyle doğrudan ilgili olduğunu bilen bir siyasi iradenin deyim yerindeyse öncülüğüne ve tutarlı bir sivil toplum duyarlılığına ihtiyaç var.
Şunu da eklemek gerekir ki, Aleviler, yaşadıkları ayrımcılık ve mağduriyetle ilgili ciddi bir hukuksal uğraş verdiler ve sonuç da aldılar. AİHM, zorunlu din dersleri ve cemevlerinin statüsü ile ilgili Alevilerin ayrımcılığa uğradığına ilişkin kararlar aldı. Bu kararlar “bağlayıcı” bir nitelik taşıyor. Yani gereklerini yerine getirmek ya da getirmemek siyasi iktidarın, devleti yönetenlerin keyfine bırakılmış değil. Ne var ki gerekleri ısararla yerine getirilmiyor. Bu durum sorunu daha da ağırlaştırmaktan, Alevileri daha da mağdur ve karamsar bir psikolojiye sürüklemekten başka bir sonuç üretmiyor tabii ki.
“Bu kadar sorun var, sırası mı şimdi Alevilerin? Elbet sıra onların dertlerine de gelir” diye düşünenler için sadece Alevilerin zaten çok beklediklerini hatırlatmakla yetiniyorum. Bir de, barış, huzur, hak, hukuk ve adalet değerleriyle ilgili vicdanlarını yoklamaları gerektiğini…